Aynı
mahallede beraber büyüdü Mehmet’le Yusuf. Sabah yine erkenden yola düştüler bir
saat sonra gün ışımaya, onlar da daha hızlı yürümeye başladı. Soğuğa karşı,
iyiydi hızlı yürümek, hiç konuşmadan yan yana… Yusuf on iki, Mehmet on bire
basmıştı bu yıl. İkisi de konuşmadan
bilirdi birinin diğerine ne dediğini…
Hep
aynı geçerdi günler, her sabah o günün başka olacağı ümidi ve yine aynı günün
yaşanacağını bilmenin güvenliği içinde buz gibi ayazda konuşmadan ama
birbirlerine soğuğu, yokluğu, babalarını, analarını, mahalledeki kızı anlatarak,
gittiler.
Uzaktan
inşaat göründü. Yusuf bildi, Mehmet de açtı. Durdu inşaata gelmeden, Mehmet de
durdu. Anladı Yusuf’un neden durduğunu.
Yusuf hırkasının içinden bir somun ekmek çıkarıp, ikiye böldü. Yarısını Mehmet’e
uzattı. İki çocuğun yarım somunu yutmaları için bir dakika bile çok geldi.
Kendilerini
biraz daha iyi hisseder gibi olup, inşaata yöneldiler. Çalışmaya. Toz, kargaşa,
bağrış, çağrış, küfür, gün geçti cehennem gibi.
Paydos
vakti Mehmet’le aynı yola koyuldular. Bu sefer etraftaki dükkanlar görünüyordu.
Vitrinlerde ucuz kıyafetler, bakkal, tatlıcı, dönerci, yine kıyafetci, hırdavatçı…
İkisinin
de ciğerlerine döner kokusu doldu. Hoşlarına gitti. Aynı anda sırıttılar.
Tatlıcının vitrininde ışık vardı. Işığın altında çeşit çeşit tatlılar, ama ille
de vitrinin orta yerindeki kocaman baklava tepsisi… Güzel miydi? Güzel ne
kelime ? Nerdeyse ölümcül Müjgan gibiydi. Orada ışığın altında… Hani dile gelse
dese ki hanginiz ölür bana, ne Yusuf ne Mehmet ikiletmezdi. Ölürdü ikisi de düşünmeden.
Günün
yorgunluğu, akşamın açlığı bacakları titrer gibi oldu, duraladı Mehmet bir iki
saniye… Yusuf vitrine göz attı. Eliyle Mehmet’i itekledi. Dükkan boştu.
Baklavacı neredeydi? Hacet mi görecekti?
Yusuf
incecik bedeniyle, çevik bir hareketle içeri süzüldü. Mehmet de yanında,
tuttular tepsiyi, son sürat yokuştan aşağı, ilk sokaktan sola, sonra sağa, ilk
kısa yokuştan yukarı, gene sağa…
Metruk
kulübeye vardılar. Çabucak baklavaları birer ikişer atıştırmaya başladılar.
Beş
altı dakika geçmişti ki, metruk kulübenin dışından bağrışmalar gelmeye başladı.
Önde polis, arkada baklavacı ile mahallede onların tepsiyi aldığını gören çocuklar…
Ah çocuklar ah…
Polis
tuttu tepsiyi, verdi baklavacıya, baklavacı bağırdı ‘’Davacıyım’’… Yıllar yılı çınladı kulaklarında
‘’Davacıyım…’’’
Dava
görüldü. Ceza verdi hakim ibret-i alem için… Aylar, yıllar boyu hapis…
Baklavacı
koştu ‘’Geri’’ dedi ‘’Geri çektim suçlamamı…
‘’Yok’’
dedi asık yüzlü siyah takım elbiseli beyler ‘’Olmaz birden fazla kişi suç
işledi. Bu örgütlü suç, bireysel vazgeçemezsin, kamu güvenliği söz konusu…’’
Herkes
duydu, gördü… Koskocaman ülkede kimsenin gücü yetmedi onları dışarda tutmaya. Girdiler
hapse yalnız, kimsesiz …
Aylar
yıllar sonra, çıktılarında konuştular güç bela’’ Işıksız uyuyamayız biz gece…’’
dedi biri, öbürü dedi ‘’En sevmediğim şey yemek…’’
Hatırlarsınız
biz de duyduk,
Üzüldük
mü? ‘’Evet, tabii üzüntü bedava…’’
Utandık
mı? ‘’Yok, niye ki kabahat gelin olmuş…’’
Neler
dedik? ‘’Baklavacının suçu’’, ’’Hakimin suçu’’ ,‘’Adaletin gözü kör’’, ‘’Ah,
fukaralık…’’
Hatta
hatta ‘’Çocukların cahilliği, yapmayacaklardı ‘’ bile dedik…
Hiç birimiz durup da
sormadık ‘’Ya bu çocuklar haklıysa…’’ ‘’Ya toplum huzuru için gereken bu
değilse…’’
Not:
İlgili ceza
maddesi 4 çocuğun baklava çalarak, hüküm giymesinden 18 yıl sonra düzeltildi.
TCK 145
Öykü kurgudur.
Ekmek çalmak, baklava çalmak... suç... Fırın Saldırısı -Murakami onu da tavsiye ederim. Emeğine sağlık...
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim...Sevgiler
YanıtlaSil