Mayomu içime giyip, askılı penye mor elbisemi de üstüne giydim, şehirde bu kadar açık ve askılı elbise giyilmez değip bir de kolsuz gömlek giydim üstüne. Şimdiki genç kızlar büstiyer altına da mini bir şortla dışarı çıkıyor ama biz öyle kurgulanmamışız. Askılı üstüne hep gömlek giyerdim, genç kızken de. Trende, otobüste, İstiklal’de o gömlek çıkmazdı ama kuytu bir kafede hemen çantanın içine tıkılırdı gömlek. Tıpkı okuldan çıkarken belden katlayıp, mini etek yaptığımız formalarımız gibi.
İçerde ve dışarda farklı hareket etmek zorunda olan bir
nesildik sanırım. Toplumsal hassasiyetlerle, geleneklerle, tabularla, korkularla
çevrelenmiş annelerimizden daha özgür ama yine de kuşatılmış. Duygularımızı
genelde hatıra defterlerimize yazan, öğleden sonra dans partilerine giden, gece
çıkamayan, Prenses Diana’ya hayran olduğunu açıkça söyleyebilen ama Sinead O'connor’un
sadece müziğini dinleyen, saçı kazıtılmış,postallı kızları marjinal bulan
kızlardık.
Evden çıkmış, mor sırt çantamı karıştırıyorum, güneş
gözlüğümü aldım mı? Elimde bir de bez çanta var. Alt tarafı bir gün denize
girmeye bir sürü eşya…
Genç, küpeli, rokçu görünümlü bir adam çok içten selam
veriyor bana şaşırıyorum, belli belirsiz gülümsüyorum. Kim bu? Sonradan
hatırlıyorum yeni gelen aile doktoru… Evvelsi gün gün ilaç yazdırırken küpesi
dikkatimi çekmişti. En sonunda kafa dengi arada bir laflayacak bir doktor diye
düşünüyorum, bunca asık suratlı, robotsu bakışlı doktordan sonra.
Marmaray’ın girişinde kahve içen arkadaşlarla buluşup sonra
da trene atlayıp Suadiye’de iniyoruz. Deniz Banyosu diye bir sergiye gitmiştik
değil mi diyor Ferhunde.
Koç Müzesinde Florya’daki deniz banyolarını anlatan sergiyi
hatırlıyorum. İstanbul’un İstanbul olduğu zamanlar.
Nil bizi heyecanla karşılıyor sahilde. Hemen deniz
ayakkabılarımı giyip, otuz faktörlü güneş yağımı sürüyorum.
Deniz doğal bir havuz gibi adalar manzarası olan.
Yüzüyoruz, yüzüyoruz…
Sonrasında yerde oturmak istemiyor canım, oturması kolayda
kalması zor, şu rejisör sandalyelerinden almakta niye direniyorum hala. Kurulanıp,
kentte olduğumu hatırlayıp elbisemi giyip, gölgede Beltur’da oturan Sevgi’nin
yanına dönüyorum. Tüm gün, deniz, Beltur… gidip geleceğim ama elbisenin yerini
şort alacak… Mayonun üstüne giyilen şort…
Kent sınırları muğlaklaştı denizle birlikte…
İki adam denizde taşları özenle seçip kuleler yaptılar, her
gün gelip bu kuleleri dikiyorlarmış. Ne ilginç…
Aklıma Muraka’minin öyküsü geldi, denizin getirdiği tahta parçalarıyla
gün boyu bir yontu yapıp sonra da onu akşamları ateşe veren adam…
İki yunus aniden yüzenlerin yakınına gelince ilgim taş
heykellerden yunuslarla kaysa da o yontular beynimin bir köşesinde…
Denizde yüzüp Beltur’a her gidişimde bir havadis oluyor,
yaşlı çiftin köpeği bir çocuğu ısırmıştı ben sabah yüzerken kavga çıkmış
Belturda…
Öğlen yemeğinin ardından tekrar geldiğimde üzgün
Sevgi… Günhan Kuşkanat ölmüş! Nasıl
yani? Daha bir ay önce Jale hocanın annesinin cenazesinde karşılaştık, hatta ne
yakışıklıydı yaşlanmış dedik, saçları beyazlaşmış yoksa hala yakışıklı dedik…
sonra hem de cenazede dedikodu yaptığımıza inanamadık. Tabutu da taşımıştı,
Jale hoca ona nasıl da sarılmıştı, ne ağlamıştı…Daha ellisinde yoktur herhalde…
Beni candan
usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı
Felekler yandı âhımdan murâdım şem'i yanmaz mı
Kamu bîmârına cânân deva-yı derd eder ihsan
Niçün kılmaz bana derman beni bîmar sanmaz mı
Dedelerimiz ve Fuzuli’den ne zaman nasıl konuştuk o karmaşa
da bir bilsem... Bir son denize mi girsek. Ben bitirdim deniz banyomu, elbisemi
ve kolsuz gömleğimi giyme aşamasındayım… Zaten Suriyelilerde sahili işgal etmeye
başlamış, ellerinde biralar, ter kokan adamlar dedi Nil. Gitme zamanı gelmiş
belli.
Yürürken Marmararay’a, Eyyan-ı Bahur gerçekten gelmiş, biz
yüzerken hissetmemişiz bu ne sıcak diyoruz, o sırada ben hem de yol geçerken
siyah bir tüy görüyorum, ezilirsin dur demesine rağmen Nil’in aldım tüyü, ne
zamandır tüy bulmuyorum derken… Yol boyunca hepimiz tüyler bulduk, Nil’e beyaz,
Ümran’a mini, yumuşak bembeyaz, Ferhunde’ye grili beyazlı bana hep siyah… Evin
yakınında bulduğumu da sayarsam tam üç siyah tüy…
Akşam evde hazır Ercan’da yok diye rahat rahat artarda
seyrettiğim gossip girl’e ara verip bir face’e bakayım dedim, öğleden sonra
hakkında konuştuğumuz eski bir yazar, eski bir hocamız yıllar önce Gürkan
Kuşkanat ile yaptığı röportajı paylaşmış. Kimine hüzün kimene fırsat işte ölüm.
Gidip duş almalı, mayoları yıkamalı… Canım da çikolatalı gofret çekti.
Kimine hüzün kimine fırsat işte ölüm... Ne kadar doğru ..Kalemine sağlık
YanıtlaSilHayat işte... Sağol Füsun'cuğum
YanıtlaSil