Albert Camus 7 Kasım 1913 Cezayir doğumludur. Babası
Bordeaux’ da şarap endüstrisinde çalışan
bir Fransız, annesi ise İspanyol kökenli
bir Fransız’dır. Camus sömürge döneminde Cezayir’de yerleşen beyaz bir ailenin
oğludur.
Babası, Camus henüz 1 yaşındayken savaşta ölür. Ölümden
sonra aile tamamen Cezayir’e yerleşir. Annesi eğitimli bir kadın olmadığı için,
babanın ölümünden sonra çocuklarını büyütmek için temizliğe giderek çalışmaya
başlar. Dominant bir anneanne tarafında büyütülürler. Annesi duyma yetisini
ciddi oranda kaybetmiş, bu nedenle de rahatça konuşamayan bir kadındır. Anneanne
çocukların bir an önce çalışıp para kazanmalarını ister.
Bütün bunlara karşılık Camus, çocukluğunun geçtiği bölgeyi
ve dönemi sevgiyle, mutlu olduğu
zamanlar olarak anlatır. Çocukluğunun geçtiği yerde yüzmek, futbol oynamak,
erkek arkadaşlarıyla takım oyunları oynamak onun çok kıymet verdiği anılardır. 17
Yaşındayken bir talihsizlik sonucu verem olur. Bu nedenle çok sevdiği futboldan
uzaklaşmak zorunda kalır.
Lise yıllarında felsefe öğretmeni ondaki cevheri fark eder
ve yönlendirir. Hatta yıllar sonra Nobel ödülü alırken yaptığı konuşmada, o
öğretmenine çok şey borçlu olduğunu da anlatır, teşekkür eder. Edebiyat ile
tanışmasında teyzesi ve eniştesinin Camus’ye büyük yardımları dokunur. Onların
çocuğu olmadığından Camus ile gençlik döneminde çok ilgilenirler. Kendi
anlatımına göre güzel giyinmeyi de eniştesinden öğrenir. Eniştesinin
kütüphanesinde Andre Gide, Balzac, Jules Verne gibi önemli yazarların
eserlerini okuma fırsatı bularak, edebiyat dünyasına giriş yapar.
Lisede kendisi ile ilgilenen felsefe öğretmeni, O’nu Cezayir
komünist partisine yazılması için teşvik eder. Öğretmenin amacı Camus’nun
parlak yazma yeteneğinden yararlanarak, dergilere ve gazetelere yazılar
yazmasını sağlamaktır. Camus de bu isteği dolu dolu yerine getirir. O dönem
denemeler, tiyatro oyunları yazar.
İlerleyen dönemde Camus Stalin’in uyguladığı baskı rejimini
görünce, söz konusu dogmatik yapıdan çok rahatsız olur. Özellikle insanların
öldürüyor olmasını kesinlikle kabullenmez ve 1938’de komünist partiden istifa
eder.
1940’lı yıllarda Camus bir yandan Cezayir’deki yokluğu ve sefaleti
anlatırken bir yandan da İspanya’da yaşanan faşizmin olumsuzluklarını kaleme
alır. İspanya ile bu kadar ilgilenmesinde, annesinin İspanyol kökenli bir
Fransız olmasının etkileri vardır. Yazılarında
daima halkların ezilmesine Cezayir’in had safhada yoksulluk çekmesine çare
olarak adil bir sistemin kurulması gerektiğini savunur.
1945 Yılı atom bombasının kullanıldığı ve sömürge sisteminin
bitmesi ile dünyanın farklı akımlar etkisi altında kaldığı dönemlerdir.
Cezayir’de yaşayan halka Fransız vatandaşlığı belgeleri verilmektedir. Bu
sırada Camus, Nazi rejiminin yükselişini ve Fransa işgalini ele alan yazıları
kendi bakış açısı üzerinden yazar.
Bu dönemde yazılarını kaleme aldığı ilk dönem uyumsuz
dönem olarak adlandırılır. Uyumsuz döneme ait eserlerine örnek olarak “Sisifos
söylemi”, “Caligula” ve “Yabancı” verilebilir.
İkinci dönem başkaldırı dönemi olarak tanımlanır.
Bu dönem eserlerine verilebilecek örnekler “Başkaldırı” ve “Veba”dır.
Üçüncü dönem sevgi üzerine çalışmalarını
yürütmeye başlar. Fakat bu eserini tamamlayamadan bir trafik kazasında ölür. Söz
konusu tamamlanmamış eser “İlk Adam”dır.
Camus’nün denemeler üzerinde çok fazla çalışması vardır.
Denemeler için verilebilecek örnek eserler “Tersi ve Yüzü,” “Sürgün” ve “Krallık”’tır.
Camus,
Savunduğu Görüşler ve Simgeleri
Söyleyecek çok sözü olan Camus, bu nedenle de son derece
üretken bir yaşam sürmüştür.
Camus için mutlu ve huzurlu bir insan tanımlaması yapılması
doğru olmaz. Huzursuz, tüberküloz nedeniyle sürekli sağlık problemleri yaşayan
bir insandır. İlk evliliğini erken yaşta gerçekleştirir. Karısı uyuşturucu
bağımlısıdır. Evlendikten kısa bir süre sonra intihar eder. Daha sonra Camus
ikinci evliliğini yapar.
1957 Yılında Nobel ödülü aldıktan sonra, bir müddet kendini
boşlukta hisseder. Bazı yazışmalarında intiharı düşündüğü söylenir. Camus’nun
asıl sorunu iki ülke arasında kalmaktır. Fransa olmadan yapamaz. Fakat
çocukluğunun geçtiği Cezayir’i de hep aramaktadır. İki vatanlı olması O’nu
sürekli olarak hüzünlü kılar. Zaten kendisi de “ İnsan hayatı hep hüzünlüdür” demektedir.
Yaşamı boyunca faşizme ve totaliterizme karşı yazılar yazar.
Komünist partiden istifa etmiş olmasına karşılık sosyalist görüşleri yaşamı
boyunca hiçbir zaman değişmez.
Çok erken yaşlarda, tiyatroya merak salar. Kendisinin de
içinde olduğu çok genç bir oyuncu grubu oluşturur. Hep birlikte klasik eserleri
sahneye koyarlar. Aynı zamanda modern ve antik yazarların eserlerini de takip
eder.
Camus’nün eserleri yirminci yüzyılın önemli bir düşünürünün
fikirlerini bize aktarır. O’nu esas olarak Cezayirli kimliği ile tanımlamak
daha doğru olur. Cezayir’in taşına,
toprağına, çölüne, rüzgarına tutkun bir hümanisttir.
Akdeniz’den kopamamasında, bu bölgede Yunan uygarlığını
bulması da etkilidir. Bu düşünceden ilerleyerek, özgürlük ve demokrasinin çok önemli olduğunu
yazılarında vurgular. Totaliter rejime karşı olmasında, demokrasiye hayranlığı
da etkilidir.
Eserlerinde sonsuz ve sınırsız deniz, gökyüzü ve burada esen
rüzgar hep çok severek uzun uzun yazdığı temalardır. Bu betimlemelerin en çok işlendiği yapıtları
“Düğün” ile “Tersi Ve Yüzü”’dür.
Camus daima özgürlük düşüncesine öncelik verir. “Düğün”de bir
rüzgarı anlatır. Rüzgar estiğinde, o rüzgarın altında kendisinin yıkandığını,
düşüncelerden uzaklaştığını hisseder. Çok yoksul insanların yaşadığı acı
coğrafyayı olduğu gibi içinde duyumsar. Çölde de taşlara bakar. Camus için taşlar hem özgürlüğün, hem de
fetihlerin ve fatihlerin boş olduğunun belirgin kanıtlarıdır. Bütün fatihlerin
ve fetihlerin sonu olduğunu, hepsinin zamanla yok olduklarını ve yıkıntıların
fetihlerin geçiciliğini anlattığını söyler.
Camus’ye göre taşta bir de kalıcılık ve soğukluk vardır. O
soğuklukta kendine ait anlamlardan sıyrılmış bir dünya olduğunu söyler. Bu
durumu “presence au monde” yani “anlamdan sıyrılmış dünyanın içinde olmak….”kavramı
ile açıklar.
Camus’ye göre var olma durumunda yokluğa ve kırılganlığa karşı
durup, mutlu olmak insanın hakkıdır. O sonsuzlukta
mutluluğu görür ve bulur.
Camus’nün eserlerinde güneş çok önemlidir. Yazılarında “Düşüncenin
öğle zamanı” kavramını kullanır. Açık ve gölgesiz, duru bir düşünceden apaçık
bir şekilde dünyayı görüp, sessizliği hissedebilmeyi ister. Keçilerin ayak sesinde
ve kuşların sesinde sessizliği dinler. Bütün bunlar güneşin alnında bir açıklıkta
gerçekleşir. Her şeyin göründüğü haliyle iyi olduğuna inanarak, hayatta olmanın
mutluluğunu talep etmek, insanın güneş altında yaşam alanıdır der. Camus’ye
göre “yaşam varsa ölüm düşünülür.”
İnsanın sonunu çölde gördüğü sefalet üzerinden anlatır. Bu
sefaleti o kadar belirgin tarif eder ki, eserinde güneş altında rüzgara karşı
yerli kadının ikiye kırıldığını betimler. O’na göre bu insanlar ölümü görürler,
ama korkmazlar. Hepsi orada, o yaşam içinde vardır.
Camus
Felsefi Görüşü
O’nun felsefi yaklaşımı metafiziğe başvurmadan dünya üzerine
açık ve net görüşleridir. “Düğün” adlı eserinde insanın doğa ile uyumlu
birlikteliğinden ve insan doğa düğününden bahseder.
Veba
Veba insan dayanışmasının örneğidir. Nazi rejiminin
yükselişi sırasında yazılmıştır. Eserde “veba” Nazi rejimini temsil eder.
Romanda hastalık tıpkı bir istila gibi şehri her yandan kuşatır. Şehirde
yaşayan iyi niyetli, kötü niyetli bütün insanlar organize olup, kötülük
karşısında durulukla ve açık bilinçlilikle organize olurlar. Bunun biteceğini
umarak yaşarlar.
Vebadaki anne Camus”nun annesi gibidir. Çok konuşmaz
karanlıkta oğlunu bekler. Burada yer alan anne figürü Camus’nun Cezayir’de
kalan annesine bir selam gibidir.
Eserin bir bölümünde, şehirde hastalık ağır bir şekilde
yayılmıştır fakat bir türlü aşı gelmez. İki arkadaş ortamdan bunalırlar. Kent
dışına çıkarak, yüzmeye giderler. Her yer karanlıktır. Uzakta deniz fenerinin
ışığından başka ışık yoktur. Karanlıkta yüzerler. Burada yazar beden algısına
odaklanır. İki arkadaş hiç konuşmadan, aynı anda eşit aralıklarla kulaç atarlar.
Hiç konuşmamalarına rağmen, kendi aralarındaki armoni ile yüzmeleri anlatılır.
Vebada bu yüzme sahnesinde hem iki arkadaşın insan
dayanışması, hem de doğaya kendilerini bırakmaları anlatılır.
Eserin sonunda veba bitse de bu mikroplar bir yerden
hayatımıza tekrar girebilir uyarısına yer verilir.
Yabancı
Camus daima gerçeğin peşindedir. “Yabancı”da bu çok açık
görülür. Camus Yabancı eserinde de açık görüşlü, diyaloga açık tavrını
sürdürür. Doğanın insan üzerindeki etkisinin kesinlikle göz ardı edilmemesi
gerektiğini de anlatır.
Yabancıda uyumsuz bir kahraman dünya ile bağının boş
olduğunu fark eden dürüst, yalansız ikiyüzlü olmayan bir insandır. Hiçbir şeyi
değiştirmeye kalkmaz. Plajda işlediği cinayeti kabul eder. Savunması için
hafifletici nedenler geliştirmez. Onu kurtaracak her yolu geri çevirir ve
yaptığını olduğu gibi kabul eder.
Annesinin cenazesine gider ama cesedi görmeden çıkar. Orada
kahramanın ritüelleri yerine getirmekteki gönülsüzlüğü, etraftaki herkesi
rahatsız eder. Ölüm kaza olsa da bu nedenle O’nu kasıtlı öldürme suçundan
yargılarlar.
Camus yabancıda da sosyal sınıflara tahakkümü işler.
Uzlaşmanın ve dayatılan değerlerin baskısı kahramanın üzerine yığılır ve
kahraman sakince durur. Sadece
“Öldürdüğümü kabul ediyorum” der. Düşünen, farkında olan, dünya ile uyumsuz bir
insandır.
Annesinin ölümünün kendisini getirdiği noktada kayıtsız
olmadığını, sadece olayı olduğu gibi kabullendiğini söyler.
Roman yazarın kendi gözünden kısa kısa cümlelerle, telgraf
dili ile anlatılmıştır.
Sonunda kahramanın idam edileceğini biliriz ama metinde idam
sahnesi anlatılmaz. Böylece okuyucu uyumsuz bir metinde tekrar başa dönerek,
“Acaba ölmedi de, bütün hikayeyi kendi mi anlattı” diye düşünür.
Sisifos
Ve Başkaldıran İnsan Eseri
Camus denemelerinde bol örneklerle kendi retoriğini kullanır.
Yazarın dış dünya ile ilişkisi denemelerinde net olarak görülür.
Camus daima diyaloga
açık bir tavır içindedir. Diyalog olmadan bir yere varılmayacağına inanır. O nedenle
de totaliter yaklaşımı daima reddeder.
Cezayir’in yoksul halkının, nefretten kurtulması için
adaletin önemini anlatır. Kavramların her zaman erdemli kullanılması
gerektiğini savunur. Burada tarihsel bakışı önemser ama tarihin hem varlığını
kabul etmeli, hem de ona köle olmadan açık görüşlülükle tarihin üzerinde
olunmalı fikrindedir. Duru bir görüşle sorunları yerinde görüp, dünya üzerinde
yükselen totaliterizmin mahkum olması gerektiğini anlatır.
Sisifos metni intihar
düşüncesi ile başlar. Oldukça sarsıcı bir giriş yazısıdır. Sisifosun
ortalarında yer alan “uyumsuz duvarlar “ bölümü çok önemli bir metindir. Burada
yazar düşüncelerini açıklarken şöyle diyor:
“İnsana alışkanlıklar zinciri içinde bir an gelir. Herhangi bir sokağa
döner gibi belirsiz bir anda insanda bir soru yükselir. İşte o anda bütün
dekorlar ve duvarlar yıkılır. O zamana kadar günlük ev-iş rutininde
sorgulamadan yaşayan insan, o soru ile karşılaştığı anda kaygı uyanır ve bilinç
çalışmaya başlar. Bilinci bastırmak için derhal akıl ve alışkanlıklar yaşadığı
hayatı savunmaya başlar. “ Çocuklar var. Para lazım. Araba alacağım vs.”
Bu savunma ile zamanın
akışında kendimizi nasıl gördüğümüz ortaya çıkar. Biz zamanı yönetiyoruz zannederiz.
Hep ileriye dönük tasarımlarımız vardır. Otuz yaşına gelince, kırk olunca, emekli
olduktan sonra… Hep ötelediğimiz zamanın aslında içinde olup, onu kaçırdığımızı
anlarız. Bu arada bedenimiz değişir ama biz halen, hep öteleriz. Zamanın geçişinin
bilincine varınca soru ortaya çıkar.
Ölüm yokmuş gibi
davranırız ama onu da fark ederiz. Ölümün varlığını görmezden geliriz.”
Burada Camus çölden taşıdığı öğretiyi insanlığa sunar: “ Biz ölümün varlığını görmek ve bununla
yaşamak zorundayız. Bu uyumsuzluğun
içinde yaşamayı becermeliyiz.”
“Bunu anlayınca dünya
bize yabancılaşır. Biz dünyaya hayran olsak da, dünya bizi kesinlikle umursamaz.
Dolayısıyla, insan olarak yapmamız gereken bunun farkına vararak, yaşamaktır”
Camus bireye ve bireyin varoluşuna seslenir. Kitlelerle işi yoktur. Kendi gördüğü dünya ile
ilişkisi üzerinden bizi eğitir. O’na göre bu uyumsuz dünya ilk çağ düşüncesi
ile uyumludur. İnsanlık tarihi bizden ayrı olup, bize uzaktır. Hem o dünyadan
uzak kalarak, hem de o dünyaya aşırı anlam yükleyerek kendimizi köreltmenin
önüne geçmemiz gerektiğini söyler.
Camus için daima ışık vardır. Körlüğü, maske kullanılmasını,
yapmacıklığı sevmez
Sisifos, uyumsuz kahramandır. Uyumsuz kahraman, uyumsuz dünyada
kendi başkaldırısını kendi bilinci ile yaşar. Her gün kayayı tepeye çıkarır. Ve
kaya aşağı yuvarlanır. Sisifos çok akıllı, uyanık, yüzü hayata dönük bir
kahramandır. Bu tam Camus’nun görüşüne
uygundur.
Sisifos kayayı yukarı
çıkarır, kaya aşağı düşer. Kaya düştüğünde birkaç saniye kayaya bakar. Bu çok
önemlidir. Artık Sisifos yapacağı işin bilincindedir. Bu işi bilinçli yapıyor
olması taşın ağırlığını hafifletir. Çünkü kaderin ağırlığının farkına varmıştır.
Durumun farkında olarak işi yapmak, artık ceza değil özgürlüktür.
Camus yorumlarında “Sisifos’u
mutlu düşünmek gerekli. Kayasının bilincinde olduğu için kayasından güçlüdür ve
mutlu olduğu dünyada var olur” der.
Her şeyi açık
görüşlülükle gören, uyumsuz kahraman kaderine lanet etmez. Her şeyin
farkındadır. “Böyle bir dünyada bireysel bakışla totaliter rejimlerin içini
görerek, fark ederek yaşamak ve bunlara hayır diyebilmek gereklidir” der. “Hayır”
demek “Başkaldıran İnsan” da işlenir. Camus “her hayırdan önce bir evet vardır”
diye ekler. İlkelere, erdeme, adalete, özgürlüğe “evet” demeyi savunur.
Camus’nun eserinde
kölenin duruşunda: “ Hayır diyorum, öyleyse varım. Başkaldırıyorum öyleyse
varız. Bir kişinin başkaldırması kolektiftir.”
Sartre
ve Camus Anlaşmazlığı
Başlangıçta Sartre ve Camus çok iyi anlaşırlar. Fakat sonra
araları bozulur. Camus Avrupa’nın savaşa direnememesi, hayır diyememesine
itiraz eder. Bu o dönemin Avrupası için farklı bir sestir. Sartre bu itirazı
kabul etmez.
Bir başka görüşe göre Camus, Sartre’den daha genç, yakışıklı, güzel giyinir
ve daima etrafında insanlar olduğundan, aralarında entelektüel kıskançlık değil
düpedüz insani kıskançlık vardır.
Başkaldırısı ortaya çıktıktan sonra Sartre, dolaylı olarak Camus’nun
dediklerinin temelsiz olduğunu söyler. Öncelikle Sartre, Camus’nun felsefeci olmadığını
söyler. Aslında Camus de kendini felsefeci değil düşünür olarak görür. İkincil
olarak Sartre Camus’u, Cezayirli kimliğine hapsederek yerini ve haddini
bilmesini ister.
Camus ise Sartre ‘ın kitlelerin ölümüne göz yummasını
eleştirir. Özellikle Cezayir’de yaşanan yokluk ve sefilliğe duyarsız kalmasına
hak vermez.
Araları bozulur, Camus öldüğünde artık görüşmemektedirler.
Buna karşılık Camus öldüğünde Sartre güzel bir anma yazısı yazar. Yine de bu
yazıda da aralarındaki sınıf ve aidiyet farkını vurgular.
Ölümünden
Sonra Yayınlanan “İlk Adam”
Bütün bu çalışmaların devamı “Sevgi” eseri olacaktı fakat
vefat ettiği için yarım kaldı. Eserde kahraman Fransa için ölen babasının mezarına
gider. Bir de bakar ki, mezardaki insan ondan daha gençtir. Yılın belli
zamanlarında orta yaşlı ya da yaşlı insanların, genç ölmüş babalarını ziyaret
gelişlerini anlatır.
Camus’nün bütün eserleri, her okunduğunda yeni bir şeyler bulunabilecek
özellikleri taşır.
Bugünün dünyasında halen savaşların olduğu bir yerde,
Camus’ye dönmek, duru bir akılla yargılardan uzakta, dünyayı olduğu gibi görmek,
herkese iyi gelecektir.
Kaynak
1.
https://www.youtube.com/watch?v=njel1y9BFUU
eline sağlık çok bilgilendirici, güzel yazı
YanıtlaSilÇok çok teşekkür ederimm. Beğenmen çok kıymetli
YanıtlaSil