Gölgem ve Ben.
( Frej Apartmanı )
Bekliyorum, gölgem uzuyor yavaş yavaş...
Ağzımda bir acılık var, midemden desem değil, kalbimden.
Susan’ I gördüğüm günden beri çok az da olsa bazen tatlı, çoğu kez acı olan...
Tutku, bağımlılık, inat kabul etmediğim, ben mi yanılıyordum yoksa? Aşk bunlar mıydı? Yok yok kabul edemem, sanki bütün bunlar bu güzel ama bir o kadar da zor olan duyguyu basitleştiriyordu.
Acaba bir şey sorabilir miyim ? Diyen bir ses duydu , yanıtını beklemeden de hemen ,
Frej apartmanı nerede ? Diye sordu.
Herkesin çok bildiği bir apartmanı soruyordu genç kız, şöyle hafifçe süzünce öğrenci olduğu izlenimi oluştu. Üzerinde dizleri yırtık bir pantolon ve Frida Kahlo yüzü basılı bir
tişört vardı , elinde ise sırtındaki çantaya koymamış olduğu bir fotoğraf makinesi. Saçlarını at kuyruğu yapmış, sanki kendisini önceden tanıyormuş gibi bir ifadeyle bakıyordu. Rahatlığı, kendisine de yaradı hemen. Allahtan doğma büyüme Beyoğluluydu da biliyordu Frej apartmanını,
“Çok yakınız, Şişhane meydanında, bu yoldan biraz ilerleyip sağa dönünce karşınıza çakacak zaten, güzelliğini hemen fark edersiniz.”
“Çok teşekkür ederim , ben de merak ediyorum doğrusu, binanın fotoğraflarını çekeceğim de.”
“Zavallı Anjel’ in hayatının izleri var o binada.”
“Öyle mi ? Kim Anjel merak ettim doğrusu?”
“Hep önünden geçtiğim için ben de merak edip araştırmıştım . Bir roman olacak kadar uzun ve üzücü, sizinle gelmeyi, anlatmayı isterdim ama sevgilimi bekliyorum.”
( kızın samimi konuşmasını yanlış anlamasın diye ‘sevgilimi’ demişti, gerçekten sevgilisi miydi? Ahhh içini yakan o boşluk...)
“Anjel , bu binayı yaptıran Osmanlı devletine bile borç para verebilecek kadar zengin şan şöhret ve lüks düşkünü Selim Hanna Frej’in tek kızı.”
“Öyle mi, Peki ne olmuş Anjel’e?”
İster istemez gölgesine baktı, zaman geçiyordu, nedense telefonuna bakamıyordu, kulağı ondaydı hep, bir mesaj veya çalma sesi duymayı istiyordu en çok. “Az kaldı, geliyorum” diyen.
Onu beklemek yıllardır, alışkanlığıydı sanki, bu durumdan ve zaman zaman kendinden nefret etse de vazgeçemiyordu yine de...
Aynı duyguları taşımıyordu o, dostça arkadaşlığını seviyordu en çok.
Çok güzel, tanınmış, sosyal faaliyetleri içinde yoğun çalışmaları olan, son derece akıllı, fakat yalnızdı Suzan. Biliyordu yalnızlığının hüznünü, hissediyordu...
O güzel kalbi ve yüzüydü, yanında hep olmak istediği.
Afrika'daki yoksul çocuklara yardım kampanyasında tanışıklıklarından üç yıl geçmiş, ne birlikte olabilmişler, ne de ayrılabilmişlerdi. Kendisi hep bekleyen olduğu için Suzan’ da rahat davranmış, bazen gelmemiş, bazende çok bekletmişti. Seven kişinin vazgeçme olasılığının olmaması kaderdi sanki.
“Anjel mi? yani Aysel, İstiklal savaşının değerli subaylarından Feridun Dirimtekin ile evlenince Müslümanlığı seçip adı Aysel oluyor. O dönemin saygın ailelerinden olup görkemli bir yaşam sürüyorlar. Verdikleri görkemli partilerde Aysel Hanım’ın şapkaları ve kahkahaları, eşi Feridun Bey’in frakları pek ünlüymüş. Feridun Dirimtekin İstanbul’la ilgili surlarla ve tarihi kitapları ve de Dumlupınar savaşında Yunan Komutanının elinden kılıcını alarak ünlenmiş, Ayasofya müzesinin müdürlüğünü yapmış bir entellektüel....
Hatta Ayasofya’nın cami olmasını isteyen bir meczup tarafından bıçaklanmış, Allahtan hafif bir yarayla atlatmış.
Evlerinde sık sık partiler vererek İstanbul sosyetesinde meşhur olmuşlar.”
“Peri masallarındaki gibi mi? “ dedi kız gülerek.
Gülüşü beklemenin ve gelmeyecek korkusunun karamsarlığını bir an aydınlattı, gözlerinde yağmurlu bir günde sokak lambasındaki su damlalarını anımsadı. Susamıştı.
İçinden Kızla birlikte gitmeyi Anjel’ in öyküsünü o dönemi anlatmasını özendiği peri masallarının, yaşanılan zenginliğin hiçte o kadar güzel olmadığını anlatmayı istedi.
On yaşlarındayken Nazlı Eray’ ın “Frej Apartmanı Esrarı” kitabını okuyup etkilendiğini, Binanın adının , Frej anlamı gibi oldukça şık bir bina olduğunu, üzerindeki çocuk figürlerinin ailenin çocuklarına ait olduğunu, mimarisinin en çok hoşuna giden kısmının köşe bölümünün olduğunu, geçip giderken orada oturduğunu hayal ettiğini, üç cepheden de Haliç’i seyredebileceğini düşündüğünü de...
Ahhh Suzan diye iç çekti, ilgisini karşılıksız bırakmayan, buna rağmen sevgisine hiç karşılık vermeyen Suzan’ı bekliyordu...
Ömrünce beklemekti niyeti.
“Sonra ne olmuş peki?” Diyen sesle irkildi,
“Ha evet, Frej apartmanını Sarkuysan’lara satıp Nişantaşı’na yerleşmişler.
Anjel, daha sonra eşi öldükten sonra miras kavgaları başlamış, akrabaları akıl hastanesine yatırmışlar, ömrünün çoğunu orada geçirmiş sonra huzurevinde antikaları çalınmış, beş parasız, daha önemlisi yapayalnız ölmüş” diye kısadan, umarsız anlattı.
Suzan şimdi çıksa gelse, kızla konuşurken görür korkusuyla...
“Üzüldüm”, dedi kız yüzünde şaşkın, inanmaz ve hayal kırıklığı arasında bir ifade vardı.
“Peki, teşekkür ederim verdiğiniz bilgiler için, hoşçakalın.” diyerek, arabaların durmasını fırsat bilerek hızlıca karşı kaldırıma geçti.
Anjelin talihsizliği, kaderin cilvesi gibi olan kocasının ölümü gibi aynı şekilde, kanalizasyon çukuruna düşmesi ve ayaklarının kırılması sonrası, öldüğünü anlatmadığını düşündü . Ölüm ikisini de aynı şekilde yakalamıştı
Yok iyice kızı üzmeye gerek yoktu, o hayallerin dünyasındaydı henüz.
Kendini çok yaşlı düşünerek beklemeyi sürdürdü, neden gelmediğini sormaya cesareti olmadan!
Neden sevmiyorsun? diyemezsin kimselere...
İçten gelirdi, değeri bilinmezlikle...
Sevgiydi bu, nedeni olmazdı ki!
Sonra birden beklerken susuzluğunu bile düşünmediği aklına geldi...
Kendisine karşı haksızlıktı hep yaptığı, sevgisi için umutla beklemesi, başka birine, kendine hiç şans vermemesi...
Anjel ve kocasını düşündü. Şıklık, güzellik, görkemli yaşam bir gün bitiyordu işte. Kim bilebilirdi, kendisini de nelerin beklediğini.
Karşıya geçti birden. Büfeden iki tane su aldı. Telefonunu kapattı. Frej apartmanına doğru koşar adımlarla yürüdü...
Neslihan Üstündağ
Kaleminize sağlık 👏
YanıtlaSil