Ocak’ta Mart’ı Düşlemek
Bedenim ilerliyor istemsiz, beni taşıyanlar için ağır mıyım? Diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Gözlerim tavanlarda, çok aydınlık ve beyaz , kapatıyorum usulca.
İçinde bulunduğum ortamdan kaçırıyorum zihnimi. Doğduğum ay’ı, Mart’ın güzelliklerini, doğayla birlikte iyileşmeyi hayalimdeki geziyi düşünmek istiyorum, bana ne olacak sorusunu aklımdan geçirdiğim an. Zaten hatırlatmıştım Can’ıma bir kaç ufak tefek takıların yerini ve sakın üzülmeyin tembihi!
doğumumun hayattan neler alıp verdiklerini düşünüyorum. Ne kadar borç ne kadar alacak var ki kaderin görünmezliğinden.
Bırakıyorum kendimi imgelere…
Mart; ne bahar ne de kış olan, özlemle beklenen ılık bir hava ve toprağın yanık türkülerdeki susamışlığı. Hafif esintilerle dalların ahengini, parlayan fakat ısırmayan gün ışığı.
Mutlu mesut göğe yükselen çimenlere katılırcasına, sapsarı yeni hindibalar, mis gibi kokan nergizler gülümsüyorlar hayata.
Papatya ve gelinciklere daha zaman var, bazı ağaçlar çoğu insanlar gibi aldanıp güneşe çiçekleriyle açılıp saçılmış, derken acımasız bir soğuk bakışlı, çatık kaşlı henüz daha bitmedim, benden çabuk kurtulamazsınız diyen koltuğundan kalkmak istemeyen sevilmeyen fakat direndikçe direnen bir politikacı gibi kış.
Bir fırına giriyorum sorgu sual etmeden. Alışığım aslında, tek yapılacak şeyin ellerimin birbirine güç vererek sıkıca kavraması ve güzel hülyalara dalmak. Tek düşündüğüm Can’ımın soluk ve kaygılı yüzü.
Yalnız olsam daha mı iyi olurdu? Üzüntüm, Üzüldüğüne kıyamadığım.
Girdiğim Kapan’dan gelen sesleri algılamamak için güzel bir melodiyi hatırlamaya çalışıyorum. Olmuyor! O zaman ben de ilk dinlediğim zamanki mutlu olduğum anlara gidiyorum.
Arabadayım. Stravinsky’nin Bahar Ayin’ini Güher-Süher Pekinel kardeşler çalıyor. Müzikle hızım artıyor, yollar bomboş uçuyorum. Yavaşlıyor, duruluyorum. Piyanonun tuşları ayağımdaki fren ve gaz tuşları gibi.
Melodilerin ahengiyle bir ara gözlerimden yaşlar geliyor nedenini bilmeden, sonra coşkuyla kahkahalar atıyorum kimseler yok nasıl olsa. Özgürlüğün sınırlarındayken…
Dar ve basık kutudan yavaşça çıkıp oturuyorum yeniden. Hemşire bulamıyor damarı. Elimden batırıyor iğneyi. Acıdı mı diye soruyor. Hayır diyorum. Maksat gönlü hoş olsun. Zaten yüreğimdeki acımsı tortuların yanında ne hükmü var ki.
İlaçlar, içtiğim sular düşürmüyor yükselen kalp atışını. Neden? niçin? Soramıyorum kendime bile. Hastane curcuna! Çaresizliğimi unutup başkalarının derdine dalıyorum.
Ateşten yanakları elma şekeri, yarı baygın kucaktaki çocuklar. Ayağı topallayan kaza geçirmiş gençler, yürümekte zorlanan yaşlılar. En çok da dertlendiğim doktor. Bitmeyen hastalarla uğraşmaya çalışan, Süpermen olması istenen. Maskeyle, bilgisayarla dert anlatanlarla çarpışıyor adeta!
Koridorda bir genç kız çarpıyor hepimizin bakışlarına kulaklarına. Bağırıyor, yerlere atıyor kendini. Beyaz uzun çizmeler, kısa bir etek ve beyaz kısa bir manto giyinmiş. Açılan dekolte bluzunun yakasından göğüsleri görünüyor. Doktor’a girmesiyle çıkması bir oluyor. Yere atıp kendisini başıyla betona birkaç kez adeta tosluyor bilinçsizce ve inatla . Güvenlikçi kadın zorla kaldırıyor yerden yürümeye zorluyor. İncecik topukları üzerinde tak tak yürürken bağırtıları devam ediyor. Tek sözcük anlıyorum, doktor’un kapısına dönürüp bakarak “mal” diyor.
( Mal: büyük baş hayvan, genelevde çalışan sermaye kadın, aptal, beyinsiz,salak)
Bu kadar çok içmesi kimin suçu olabilir düşünüyorum, gencecik, acımak üzülmek gerek aslında.
Gösteri bitiyor. Yine sessizce beklemeler, hafifçe inlemeler, koşuşturmalar, bitmeyen hastalar.
Bir genç kadın’la bir genç erkek dikkatimi çekiyor. Erkek dar paçalı, iyi giyimli, modern tarzda elinde tespih. Kucağında çocuğu olan karısına bağırıyor. Bir şey yapamıyorum. Yine de kızgın gözlerimi ayırmadan bakıyorum. Evet görüyor. Başını çeviriyor. Kendimce seviniyorum.
Biraz rahatlayınca eve gidiyorum. Saat 3’te korkunç baş ağrısıyla koşuyoruz hastaneye tekrar.
Doktorumuz kaçmış başka bir odaya. ‘Ben bakmıyorum artık’ diyor. Anlayışla uzaklaşıyoruz. Bitmeyen sıraya giriyoruz. Bu kez genç bir kadın doktor ilgileniyor. Yinelenen rutin işler. Tansiyon ölçtür, ilacı iç, suyu iç, tuvalete en az 3 kez git. Hepsini yapıyorum.
Evde ise uykusuz geceyle, sabahın birleşmesi.. baş ağrısının dayanılmazlığı. Bacaklarım titriyor, konuşma zorluğu çekiyorum. ‘Ambulans’ diyorum. Yanlış kapıya gidiyor, bekliyoruz.
Ambulansta bağlıyorlar beni birkaç yerden, ‘neden?’ diyorum, düşmemem içinmiş. Gülüyorum içimden titreyerek. Özel hastanede yinelenen iğneler, serumlar, fırınlar.
Doktor ‘Yatıracağım’ diyor. ‘Gecesi 2000 lira’ diye ilave ediyor. Titremem durmuş, parayı hesaplayabiliyorum. ‘Yok diyorum ben gideyim. Suratı asılıyor doktorun , arkamdan sesleniyor ‘indirim yapabiliriz’ diye. Kendimi pazarda alışverişte hissediyorum. Hastaların düştüğü duruma şaşıyorum. Doktor adına değilse de sistem adına kızıyorum.
Eve uğruyoruz. Ben takside yatarken, Can’ım eve uğrayıp birkaç eşya alıyor. Doğruca Ümraniyedeki hastaneye gidiyoruz. Yollara bakamıyorum. Oysa çok severim, şehrin çeşitli görüntülerini izlemeyi. Hele de boğaz köprüsünü geçerken. Yolculuk 1,5 saat sürüyor. Uzanmak bana iyi geliyor. Tekrar düşlere dönüyorum..
Her Mart aynı olmaz, değişkendir. Belli olmaz hiç sağı solu. Hayat gibi. Sıcak derken soğuk, soğuk derken ılık olur. Araf da öyle değil mi! Ne düz’e çıkarsın ne batarsın. Hayaller ve gerçekler arasında.
Yollar vardır. Dümdüz gitmen gereken yolda, kalp alır seni çetrefilli yollara sokar. Şaşar, bocalar, acı çeker, dönmek istersin dönemezsin. Kararsız dolanır durursun. Gerçeklerden kaçırır aklını koltuğunun altına alır, kalbini navigasyon yapar, Allah’ından bulursun.! Of yine gittim derinlere..
Oysa baharın gelişini kutlamak gerek. Salıncakta sallanmak, günahları dökmek, iyi olmalara dair planlar yapma zamanı. Sallanırken başı gökyüzüne daldırmak, dalların arasındaki maviliklerde bulutlara yoldaşlık yapmak gerek…
Hastanede Can kızımla emin ellerdeyim. Tahliller sonucu, düşmeyen ritmin, sodyumu düşürdüğü anlaşılıyor. Çok az bir sayıyla ruhumun göğe yükselmesi gecikmiş, iyi ki, yoksa!
Bahar’da ölmek arzumun hüsrana uğraması olacaktı. Ne terleten, ne de donduran mevsim olmasın ellerde taşınırken. Toprak yumuşacık olmalı, çiçekler arasına karışmalıyım. Getirenler de güzel bir havanın keyfini çıkarmalı geri dönerken…
Yatağımın etrafını sevdiklerim çeviriyor. Onları düşünürken kendimi unutuyorum. Ne çok zahmet verip uzaktan geldiler, yoruldular diye.
Baş ağrım 2 gün sonra sona eriyor.
Uyur, uyanık yeniden bahara yakın düşler bahçesinde dolaşıyorum.
En güzel kuş sesleri , suların şırıltısı, kelebeklerin dansı, yosunlaşmış taşlar eriyen karların çağlayanları topraktan başını çıkarıp gülümseyen ve ağaç dallarındaki erkenci çiçekler…
Her şeye rağmen umut vaadediyor…
Beni saran Canlarımla uykuya dalıyorum.
Vakti dar olmasın sevgilerin, geç açmış çiçeklerin…
Mart
Aslında yalnız kar yağdı,
Sırası gelmemiş çiçeklerin,
Tüm çiçeklerin vakti vardı,
Tüm çiçeklerin vakti vardı,
Bizi sevindirmelerinin.
Johann Wolfgang von Goethe
Neslihan Üstündağ
Ellerine sağlık Neslihan...Güzel bir yazı olmuş...
YanıtlaSil