Her Ağustos - Sevgi Ünal

 -          



Ne diyorsun be! İki daireye, iki daire verirmiş. Arsamız darmış. Benim babam var ya, o senin beğenmediğin arsa için, iki daire için ömrünü harcadı. Hemen burayı terk et! Ağzımı bozacağım. Olmaz dersin bitirirsin, saçma sapan mazeretler sürmek de neymiş? Bir de kendin geldin. Biz mi davet ettik seni? Senden başka müteahhit mi yok?

Adam, hızla kendini bahçe kapısına atarken buğulu gözlerim, evimizi aşağıdan yukarıya süzmeye başladı.  

O yılki Ağustos bambaşkaydı. Güneş, ensede boza pişiriyordu. Az söylenmemiştin “Hani ağustosun on beşi yaz, on beşi kıştı,” diye. Şansına, ekime neredeyse kasıma kadar güneş inatla ışınlarını eksik etmemişti. Utanmasa Ay’a “Bu yıl da böyle olsun, sen git dinlen,” diyecekti. İnşaat da sanki yazla anlaşmış gibi iyice mayışmış bir bedene bürünmüştü. Senin çabalarına aldırdığı yoktu. Neredeyse haftada iki kez akşamları bize anlattığın Ağustos Böceği ile Karınca masalını ezberlemiştik ama her seferinde ağzının içine düşecek gibi dinliyorduk. Çünkü sen iki kadeh içince öyle güzel anlatırdın ki her şeyi, her olayı. Birinin ölümünü anlatsan fark etmez yine ağzı açık dinlerdik.

Öyle akşamlardan birinde peynirle, kavunu yiyip rakına uzanacaktın ki yüzünden acı bir dalga geçiverdi. Ardından masanın ucunda gaz lambasının gölgesini siper almış anneme seslendin.

-          Nasıl bitecek hanım bu ev?

Annem yerinden sıçradı.

-          Tamam bey, şimdi getiririm.

-          Ne diyorsun hanım, ne getireceksin?

-          Pilaki bitti demedin mi bey?

-          Ya otur Allah aşkına. Yine uyuyordun değil mi? Nasıl bitecek bu ev diyorum.

-          Allah yardım eder.

Babam içini çekti.

-          Allah büyük ama tekne küçük.

Kardeşimle birbirimize baktık. Tekne mi? Nasıl yani bizim küçük bir teknemiz mi vardı? Bunu bizden nasıl gizlemiştin. Kardeşim atladı hemen.

-          Nerede babacığım bizim teknemiz? Ne zaman bineceğiz?

-          Bindik kızım, çoktan bindik. Hadi geç oldu, doğru yatağa.

O gece birbirimizi dürtüp durduk. Ne zaman binmiştik, bebekken mi diye düşünmekten uyuyup uyuyup uyandık. Erkenden kalktık. Bizi görünce şaşırdın.

-          Hangi dağda kurt öldü?

Başka zaman olsa şaşırınca böyle söylemene bayılırdık ikimiz de ama bu kez aklımız teknede olduğundan dudaklarımızı büzerek yanına oturduk. Annemin kızarttığı yumurtalı ekmek kokusu odaya kadar gelmişti. Çayından bir yudum aldın.

-          Ne o kızlar, dudaklar niye böyle?

Kardeşimle ben koro halinde konuştuk.

-          Biz o tekneyi görmek istiyoruz baba.

-          Hay Allah! Siz hâlâ orada mısınız? Zaten canım sıkılıyor ev işine. Tek başına didinip duruyorum.

Evet, yazın hava geç karardığından işten gelir gelmez çalışmaya girişirdin. Ömründe tatil nedir bilmedin. Her ağustos ayındaki on beş günlük izninde çalışmanla bitecek gibi değildi evimiz. O küçücük halimizle bile durumu kavrayabiliyorduk. Gitgide azalan saçlarından süzülen terlerle seni sırtında harç, tuğla taşırken gördükçe içimiz ezilip durur öte yandan o elektriksiz iki odalı yerden bir an önce üst kata taşınmak, komşulardaki gibi lambalarımızın olduğunu görmek için yanıp tutuşurduk. “Üst katı bitirince ikisinin elektriğine aynı zamanda başvurursak ucuza gelir, ardından aşağıyı kiraya veririz,” dediğinde yanıp tutuşmamız daha artardı.

Bunları düşünürken bahçe kapısının sesiyle irkildim. Gelen aynı müteahhitti. Ağzında “Babam, babanızı tanırmış. Allah rahmet eylesin ikisine de. Gelin, bir kez daha konuşalım hanımefendi,”  gibi laflar gevelemeye başladı.  

Zaten ağustos sıcağı başıma geçmişti. Biraz önce bozmadığım ağzımı bozdum. 

Ceyda Sevgi Ünal

 

Yorumlar

  1. Çok çok güzel ...Birden ters köşe kavruluyor insan üzüntüden . Ellerine sağlık

    YanıtlaSil
  2. Ağustos deniz güneş ayıdır Sevgi, hüzün ayı olmamalı ama yazın da çok güzel...

    YanıtlaSil

Yorum Gönder