-
Ne diyorsun be! İki daireye, iki daire verirmiş. Arsamız darmış. Benim babam var ya, o senin beğenmediğin arsa için, iki daire için ömrünü harcadı. Hemen burayı terk et! Ağzımı bozacağım. Olmaz dersin bitirirsin, saçma sapan mazeretler sürmek de neymiş? Bir de kendin geldin. Biz mi davet ettik seni? Senden başka müteahhit mi yok?
Adam, hızla kendini bahçe kapısına atarken buğulu
gözlerim, evimizi aşağıdan yukarıya süzmeye başladı.
O yılki Ağustos bambaşkaydı. Güneş, ensede boza
pişiriyordu. Az söylenmemiştin “Hani ağustosun on beşi yaz, on beşi kıştı,”
diye. Şansına, ekime neredeyse kasıma kadar güneş inatla ışınlarını eksik
etmemişti. Utanmasa Ay’a “Bu yıl da böyle olsun, sen git dinlen,” diyecekti.
İnşaat da sanki yazla anlaşmış gibi iyice mayışmış bir bedene bürünmüştü. Senin
çabalarına aldırdığı yoktu. Neredeyse haftada iki kez akşamları bize anlattığın
Ağustos Böceği ile Karınca masalını ezberlemiştik ama her seferinde ağzının içine
düşecek gibi dinliyorduk. Çünkü sen iki kadeh içince öyle güzel anlatırdın ki
her şeyi, her olayı. Birinin ölümünü anlatsan fark etmez yine ağzı açık
dinlerdik.
Öyle akşamlardan birinde peynirle, kavunu yiyip rakına
uzanacaktın ki yüzünden acı bir dalga geçiverdi. Ardından masanın ucunda gaz lambasının
gölgesini siper almış anneme seslendin.
-
Nasıl bitecek hanım bu ev?
Annem yerinden sıçradı.
-
Tamam bey, şimdi getiririm.
-
Ne diyorsun hanım, ne getireceksin?
-
Pilaki bitti demedin mi bey?
-
Ya otur Allah aşkına. Yine uyuyordun değil
mi? Nasıl bitecek bu ev diyorum.
-
Allah yardım eder.
Babam içini çekti.
-
Allah büyük ama tekne küçük.
Kardeşimle birbirimize baktık. Tekne mi? Nasıl yani
bizim küçük bir teknemiz mi vardı? Bunu bizden nasıl gizlemiştin. Kardeşim
atladı hemen.
-
Nerede babacığım bizim teknemiz? Ne zaman
bineceğiz?
-
Bindik kızım, çoktan bindik. Hadi geç
oldu, doğru yatağa.
O gece birbirimizi dürtüp durduk. Ne zaman binmiştik, bebekken
mi diye düşünmekten uyuyup uyuyup uyandık. Erkenden kalktık. Bizi görünce
şaşırdın.
-
Hangi dağda kurt öldü?
Başka zaman olsa şaşırınca böyle söylemene bayılırdık
ikimiz de ama bu kez aklımız teknede olduğundan dudaklarımızı büzerek yanına
oturduk. Annemin kızarttığı yumurtalı ekmek kokusu odaya kadar gelmişti. Çayından
bir yudum aldın.
-
Ne o kızlar, dudaklar niye böyle?
Kardeşimle ben koro halinde konuştuk.
-
Biz o tekneyi görmek istiyoruz baba.
-
Hay Allah! Siz hâlâ orada mısınız? Zaten
canım sıkılıyor ev işine. Tek başına didinip duruyorum.
Evet, yazın hava geç karardığından işten gelir gelmez çalışmaya
girişirdin. Ömründe tatil nedir bilmedin. Her ağustos ayındaki on beş günlük
izninde çalışmanla bitecek gibi değildi evimiz. O küçücük halimizle bile durumu
kavrayabiliyorduk. Gitgide azalan saçlarından süzülen terlerle seni sırtında
harç, tuğla taşırken gördükçe içimiz ezilip durur öte yandan o elektriksiz iki odalı
yerden bir an önce üst kata taşınmak, komşulardaki gibi lambalarımızın olduğunu
görmek için yanıp tutuşurduk. “Üst katı bitirince ikisinin elektriğine aynı
zamanda başvurursak ucuza gelir, ardından aşağıyı kiraya veririz,” dediğinde
yanıp tutuşmamız daha artardı.
Bunları düşünürken bahçe kapısının sesiyle irkildim.
Gelen aynı müteahhitti. Ağzında “Babam, babanızı tanırmış. Allah rahmet eylesin
ikisine de. Gelin, bir kez daha konuşalım hanımefendi,” gibi laflar gevelemeye başladı.
Zaten ağustos sıcağı başıma geçmişti. Biraz önce
bozmadığım ağzımı bozdum.
Ceyda Sevgi Ünal
Çok çok güzel ...Birden ters köşe kavruluyor insan üzüntüden . Ellerine sağlık
YanıtlaSilTeşekkür ederim.
SilAğustos deniz güneş ayıdır Sevgi, hüzün ayı olmamalı ama yazın da çok güzel...
YanıtlaSilTeşekkür ederim.
Sil