Otobüslerde en ön koltuklara oturmaktan her zaman kaçınırım. Bu korkum, şehirler arası yolculuklarda önde oturmanın tehlikeli olduğuna dair söylemlerden kaynaklanıyor sanırım. Ama o gün, yeni bir otobüs beklemektense boş olan tek koltuğa adeta ilişmek zorunda kaldım. Çünkü cam kenarındaki adam iki bacağını ayırmış, istifini hiç bozmuyordu. Ben de terbiyemi bozmayayım diye kendimi elimdeki kitaba vermeye çalıştım.
Bir
sonraki durakta,birinin bağırarak koştuğunu gördüm. Otobüse kendini zor attı.
Dışarıdaki bağırtısı dikkatimi çekse de içeride çıkardığı sesler korkunç
denecek derecedeydi. Önce adamın zekâ engelli olduğunu sansam da biraz sonra,
herkes gibi ben de sarhoş olduğunu anladım. Ayakta duracak hali yoktu.
Kendini,sürücünün arkasındaki yani benim hizamdaki yan koltukta oturan bir
kızın ayaklarının dibine bıraktı. Bacakları, otobüsün koridorunu kaplasa da
hiçbir şeye aldırış etmeden yüksek sesle konuşmaya devam etti. Söylediğinden
pek bir şey anlamak mümkün değildi ama hayatından yakındığı hemen belli
oluyordu.Otobüs, ne zaman sol yandaki yollara sapacak olsa iliştiğim koltuktan
adamın üstüne düşmeme savaşı veriyor, ellerimi ayaklarımı nerelere
sabitleyeceğimi şaşırıyordum.
Annemin “Deliden korkmam,
sarhoştan korktuğum kadar,” sözü aklıma gelince çekincem biraz daha arttı. Oysa
daha başımı kaldırıp sarhoşun yüzüne bile bakmamıştım. Sadece ayaklarıyla
bacakları görüş alanımdaydı. Salladığı elleri, kolları, açıp gösterdiği avuç
içleri ara ara gözümün önüne gelip gidiyordu. Sürücüyle sohbet eden bir adam,
onu sakinleştirecek sözcükler sıralayıp dursa da yararı olmayacağı
ortadaydı. Küfür etmeye başlamasından
korkarak biraz daha elimdeki kitaba gömülmeyi denerken adamın gözlerini
üzerimde hissettim. Elimdeki kitabın adı aklıma gelince bir kat daha huzursuz
oldum. Sait Faik Abasıyanık’ın Lüzumsuz Adam başlıklı kitabını okuyacak zamanı
tam da bulmuştum. Sarhoşun, kitabı elimden alarak parça pinçik etmesinden
korkup kitabı çantama koydum. Artık bakışlarım sadece ellerime yönelmişti. İneceğim
durağa daha çok vardı. En yakın durakta inmeye kalksam adamın üstünden atlamam
gerekirdi. Hem ne malumdu ben inince onun da inip beni takip etmeyeceği.
Ne
kadar korksam da bayağı bayağı adamı merak ettim. Yırtıcı bir hayvan gibi
sesler çıkaran bu adamın tipi nasıldı acaba? Bir yandan da nefret ettiğim rakı
kokusundan ben de kafayı bulmak üzereydim sanki. Nihayet adamın yüzüne bir kez
bakmaya karar verip hemen uygulamaya geçtim. Yüzüm güya karşıya baksa da gözlerim
kıyın kıyın onun tarafına kayıyordu. Ama adam görüş alanımın altında olduğundan
üstelik şapkasını neredeyse yüzünü kapatacak kadar indirdiğinden isteğimi
gerçekleştiremedim. Bu kez merakım daha da arttı. Öfkesinin altında yatan nedenden çok
şapkasının altı ilgimi çekmeye başladı.
Meğer durum bana malum olmuş.
O ise ana avrat düz
gidiyordu artık. Bir ara “Ben tipsiz miyim?” dediğini duyunca ister istemez
adama baktım. Şapkasını çıkarmış, ayaklarının dibine oturduğu kıza dönerek yalvarırcasına
soruyordu. Kız korkudan gözlerini açmış, dudaklarını kenetlemişti. Adam,yineleyip
duruyordu. “Ben tipsiz miyim,söyle ben tipsiz miyim?” Kızın mumyalaşmış hali
hâlâ gözlerimin önünde. Ama gözlerimin önünden gitmeyen asıl manzara, şapkasını
çıkaran sarhoşun tipi.
O an aynı soruyu bana
dönüp sorarsa insanlara her zaman gerçeği söyleyen biri olarak ona da gerçeği
söyleyince başıma geleceği düşünüp telaşla önümüzdeki durağa ne kadar kaldığına
baktım. Çok az kalmıştı ama adam ayağımın dibinde olduğu için kıpırdayamazdım.
Artık olan olacaktı. Sorusuna vereceğim yanıtla beni şapur şupur öpmeye mi
kalkardı ne yapardı bilmem. Ama gerçekten yeşil gözlü, yakışıklı, genç bir
adamdı. İçkinin etkisiyle olacak yüzü alacalı bir kırmızıyla oldukça canlı
duruyordu. Onun daha ilk “Tipsiz miyim?” sorusuyla ben içimden bir aşk öyküsü
kurgulamıştım. Yanılmamışım.
Ah ama o burnu…
Anneannem, “Buruna kusur bulunmaz, çok
günahtır,” derdi. Derdi dermesine de adamın burnu da günaha girecek kadar
felaketti yani. Şapkasını neden üstüne kadar çektiği belliydi. Bir yırtıcı
hayvan gagası mı desem, yoksa bir vapur bacası mı desem… Nasıl tarif etsem
bilmem ki? Ama yine de yakışıklıydı. Belki de onu bu kadar çekici yapan burnu
diye düşünmeden edemedim.
Hâlâ kıza aynı soruyu
sorarken “Ne yapayım Allah vergisi,”
gibi sözcükleri burnundan tıslayarak araya sokuyordu. Böyle bir burnun,
deliklerinin de bayağı büyük olduğunu fark ettim. “Ben de istemezdim böyle bir burnum olmasını
abla,” dedi bana dönerek. “Eyvah! Çok
baktım galiba adama,” diye düşündüm.
“Biliyor musun ben Türkiye burun şampiyonuydum bir zamanlar. Burnum
büyük diye el üstünde tuttu beni herkes. Hatta uluslararası yarışmalara
gönderdiler,” Bu sözlerinin yarısı ağzından peltek peltek çıkarken yarısını
zihnimde ben toparlıyordum. Hayretler içindeydim.
Bir yandan da “Ama sonra ne oldu, benden büyük burunlu bir herif ortaya çıktı,
benim pabucum dama atıldı. O zamana dek peşimde gezen kızlar onun peşine
takıldı. Bu kez onu uluslararası yarışmaya soktular. Kazanıp dünya şampiyonu
olmasın mı pezevenk! Meğer benim zamanımdaki dünya burun şampiyonu rahmetli
olmuş. Şans işte abla şans, anasını satayım! Burun farkıyla zengin oldu herif,”
Adamın oldukça çok
içtiğine emindim artık. Bu arada hiçbir durakta ön kapıdan ne inen, ne de binen
olmaması ilginçti. Ön sıraya oturmanın bu kadar burnumdan geleceğini hiç
ummazdım.
Yolcular arasındaki
sessizlik yavaş yavaş homurdanmaya dönüştü. Arkamda oturduğunu fark ettiğim
yaşlı bir kadın yanındaki kadını kastederek, “Ayol gelinimin karnı burnunda,
böyle abuk sabuk şeyleri çekecek hali yok, fenalık geçiriyor burada yeter
artık!” diyecek olsa da adam devam etti. Bu kez hem daha fazla burnundan
soluyor hem de salya sümük gidiyordu. “O kızların içinden birini çok sevmiştim
be abi,” diyerek yanımdaki adama yöneldi. “Şimdi bana ‘Tipsiz!’ diyor. Bir yıl
önce ‘İste beni babamdan,’ diye yalvaran sanki o değildi. Ben tipsiz miyim söyle abi?” Oh neyse o iç
acıtan sorusunu yine bana sormamıştı. Sormamıştı ama burnu yüzünden ineceğim
durağa gelip gelmediğimi göremiyordum. Onun için, “Biraz çekilebilir misiniz?”
demek zorunda kaldım. Demez olaydım.
“Burnum ve ben iniyoruz
abla merak etme. Memleketi geçtim, İstanbul’da da burnum sorun oldu ya,” derken
yine hayvani bir sesle devam etti. “Siz
rahat rahat gidin, merak etmeyin burnumu sokmam işinize,” gibi bir dolu burun
içeren tümcelerle otobüsten indi. Baktım, duraktaki bir kadına bir şeyler
söylemeye başladı. Kadın da gözlerini fal taşı gibi açarak geri geri gitti.
Tabii ki kadına ne
sorduğunu hemen tahmin ettim.
Ceyda Sevgi Ünal
Çok güzel bir hikaye ellerine sağlık...
YanıtlaSil