Burun Farkı - Sevgi Ünal

 


Otobüslerde en ön koltuklara oturmaktan her zaman kaçınırım. Bu korkum, şehirler arası yolculuklarda önde oturmanın tehlikeli olduğuna dair söylemlerden kaynaklanıyor sanırım. Ama o gün, yeni bir otobüs beklemektense boş olan tek koltuğa adeta ilişmek zorunda kaldım. Çünkü cam kenarındaki adam iki bacağını ayırmış, istifini hiç bozmuyordu. Ben de terbiyemi bozmayayım diye kendimi elimdeki kitaba vermeye çalıştım.

Bir sonraki durakta,birinin bağırarak koştuğunu gördüm. Otobüse kendini zor attı. Dışarıdaki bağırtısı dikkatimi çekse de içeride çıkardığı sesler korkunç denecek derecedeydi. Önce adamın zekâ engelli olduğunu sansam da biraz sonra, herkes gibi ben de sarhoş olduğunu anladım. Ayakta duracak hali yoktu. Kendini,sürücünün arkasındaki yani benim hizamdaki yan koltukta oturan bir kızın ayaklarının dibine bıraktı. Bacakları, otobüsün koridorunu kaplasa da hiçbir şeye aldırış etmeden yüksek sesle konuşmaya devam etti. Söylediğinden pek bir şey anlamak mümkün değildi ama hayatından yakındığı hemen belli oluyordu.Otobüs, ne zaman sol yandaki yollara sapacak olsa iliştiğim koltuktan adamın üstüne düşmeme savaşı veriyor, ellerimi ayaklarımı nerelere sabitleyeceğimi şaşırıyordum.

Annemin “Deliden korkmam, sarhoştan korktuğum kadar,” sözü aklıma gelince çekincem biraz daha arttı. Oysa daha başımı kaldırıp sarhoşun yüzüne bile bakmamıştım. Sadece ayaklarıyla bacakları görüş alanımdaydı. Salladığı elleri, kolları, açıp gösterdiği avuç içleri ara ara gözümün önüne gelip gidiyordu. Sürücüyle sohbet eden bir adam, onu sakinleştirecek sözcükler sıralayıp dursa da yararı olmayacağı ortadaydı.  Küfür etmeye başlamasından korkarak biraz daha elimdeki kitaba gömülmeyi denerken adamın gözlerini üzerimde hissettim. Elimdeki kitabın adı aklıma gelince bir kat daha huzursuz oldum. Sait Faik Abasıyanık’ın Lüzumsuz Adam başlıklı kitabını okuyacak zamanı tam da bulmuştum. Sarhoşun, kitabı elimden alarak parça pinçik etmesinden korkup kitabı çantama koydum. Artık bakışlarım sadece ellerime yönelmişti. İneceğim durağa daha çok vardı. En yakın durakta inmeye kalksam adamın üstünden atlamam gerekirdi. Hem ne malumdu ben inince onun da inip beni takip etmeyeceği.

Ne kadar korksam da bayağı bayağı adamı merak ettim. Yırtıcı bir hayvan gibi sesler çıkaran bu adamın tipi nasıldı acaba? Bir yandan da nefret ettiğim rakı kokusundan ben de kafayı bulmak üzereydim sanki. Nihayet adamın yüzüne bir kez bakmaya karar verip hemen uygulamaya geçtim. Yüzüm güya karşıya baksa da gözlerim kıyın kıyın onun tarafına kayıyordu. Ama adam görüş alanımın altında olduğundan üstelik şapkasını neredeyse yüzünü kapatacak kadar indirdiğinden isteğimi gerçekleştiremedim. Bu kez merakım daha da arttı.  Öfkesinin altında yatan nedenden çok şapkasının altı ilgimi çekmeye başladı.  Meğer durum bana malum olmuş.

O ise ana avrat düz gidiyordu artık. Bir ara “Ben tipsiz miyim?” dediğini duyunca ister istemez adama baktım. Şapkasını çıkarmış, ayaklarının dibine oturduğu kıza dönerek yalvarırcasına soruyordu. Kız korkudan gözlerini açmış, dudaklarını kenetlemişti. Adam,yineleyip duruyordu. “Ben tipsiz miyim,söyle ben tipsiz miyim?” Kızın mumyalaşmış hali hâlâ gözlerimin önünde. Ama gözlerimin önünden gitmeyen asıl manzara, şapkasını çıkaran sarhoşun tipi.

O an aynı soruyu bana dönüp sorarsa insanlara her zaman gerçeği söyleyen biri olarak ona da gerçeği söyleyince başıma geleceği düşünüp telaşla önümüzdeki durağa ne kadar kaldığına baktım. Çok az kalmıştı ama adam ayağımın dibinde olduğu için kıpırdayamazdım. Artık olan olacaktı. Sorusuna vereceğim yanıtla beni şapur şupur öpmeye mi kalkardı ne yapardı bilmem. Ama gerçekten yeşil gözlü, yakışıklı, genç bir adamdı. İçkinin etkisiyle olacak yüzü alacalı bir kırmızıyla oldukça canlı duruyordu. Onun daha ilk “Tipsiz miyim?” sorusuyla ben içimden bir aşk öyküsü kurgulamıştım. Yanılmamışım.

Ah ama o burnu… Anneannem,  “Buruna kusur bulunmaz, çok günahtır,” derdi. Derdi dermesine de adamın burnu da günaha girecek kadar felaketti yani. Şapkasını neden üstüne kadar çektiği belliydi. Bir yırtıcı hayvan gagası mı desem, yoksa bir vapur bacası mı desem… Nasıl tarif etsem bilmem ki? Ama yine de yakışıklıydı. Belki de onu bu kadar çekici yapan burnu diye düşünmeden edemedim.

Hâlâ kıza aynı soruyu sorarken  “Ne yapayım Allah vergisi,” gibi sözcükleri burnundan tıslayarak araya sokuyordu. Böyle bir burnun, deliklerinin de bayağı büyük olduğunu fark ettim.  “Ben de istemezdim böyle bir burnum olmasını abla,” dedi bana dönerek. “Eyvah! Çok baktım galiba adama,” diye düşündüm.  “Biliyor musun ben Türkiye burun şampiyonuydum bir zamanlar. Burnum büyük diye el üstünde tuttu beni herkes. Hatta uluslararası yarışmalara gönderdiler,” Bu sözlerinin yarısı ağzından peltek peltek çıkarken yarısını zihnimde ben toparlıyordum.  Hayretler içindeydim. Bir yandan da “Ama sonra ne oldu, benden büyük burunlu bir herif ortaya çıktı, benim pabucum dama atıldı. O zamana dek peşimde gezen kızlar onun peşine takıldı. Bu kez onu uluslararası yarışmaya soktular. Kazanıp dünya şampiyonu olmasın mı pezevenk! Meğer benim zamanımdaki dünya burun şampiyonu rahmetli olmuş. Şans işte abla şans, anasını satayım! Burun farkıyla zengin oldu herif,”

Adamın oldukça çok içtiğine emindim artık. Bu arada hiçbir durakta ön kapıdan ne inen, ne de binen olmaması ilginçti. Ön sıraya oturmanın bu kadar burnumdan geleceğini hiç ummazdım.

Yolcular arasındaki sessizlik yavaş yavaş homurdanmaya dönüştü. Arkamda oturduğunu fark ettiğim yaşlı bir kadın yanındaki kadını kastederek, “Ayol gelinimin karnı burnunda, böyle abuk sabuk şeyleri çekecek hali yok, fenalık geçiriyor burada yeter artık!” diyecek olsa da adam devam etti. Bu kez hem daha fazla burnundan soluyor hem de salya sümük gidiyordu. “O kızların içinden birini çok sevmiştim be abi,” diyerek yanımdaki adama yöneldi. “Şimdi bana ‘Tipsiz!’ diyor. Bir yıl önce ‘İste beni babamdan,’ diye yalvaran sanki o değildi.  Ben tipsiz miyim söyle abi?” Oh neyse o iç acıtan sorusunu yine bana sormamıştı. Sormamıştı ama burnu yüzünden ineceğim durağa gelip gelmediğimi göremiyordum. Onun için, “Biraz çekilebilir misiniz?” demek zorunda kaldım. Demez olaydım.

“Burnum ve ben iniyoruz abla merak etme. Memleketi geçtim, İstanbul’da da burnum sorun oldu ya,” derken yine hayvani bir sesle devam etti.  “Siz rahat rahat gidin, merak etmeyin burnumu sokmam işinize,” gibi bir dolu burun içeren tümcelerle otobüsten indi. Baktım, duraktaki bir kadına bir şeyler söylemeye başladı. Kadın da gözlerini fal taşı gibi açarak geri geri gitti.

Tabii ki kadına ne sorduğunu hemen tahmin ettim.

 

 

Ceyda Sevgi Ünal

Yorumlar

Yorum Gönder